Oldukça dinamik bir gündeme sahip olan ülkemizde son günlerde tartışılan en önemli konu şüphesiz ifade özgürlüğü… Geçtiğimiz günlerde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun hakkında, İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Akın Gürlek hakkında söylediği sözlerin ardından soruşturma başlatıldı. CHP Gençlik Kolları Başkanı Cem Aydın, sosyal medya hesabından yaptığı “Seyyar Giyotinin Anatomisi: Akın Gürlek” paylaşımı ile gözaltına alınıp, adli kontrol şartıyla serbest bırakıldı. Son olarak Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ da Ankara’da bir programda Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan hakkında sarf ettiği sözlerin ardından apar topar gözaltına alındı ve tutuklandı.
Gözaltı kararlarına muhalefetten tepki gecikmezken; muhalif kesimlerden yükselen ortak ses: “Ülkede ifade özgürlüğü her geçen gün daha da azalıyor” oldu. İfade özgürlüğü kavramı yeniden tartışmaya açıldı. Siyasilerin fikirlerini rahatça dile getirememesi serzenişe sebep oldu.
Peki nedir bu ifade özgürlüğü? anayasa.gov.tr’de Anayasa Mahkemesine Bireysel Başvuru El Kitapları Serisi’nde yer alan ifadelere göre; Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ifade özgürlüğünü şu şekilde tanımlamıştır: “Herkes ifade özgürlüğü hakkına sahiptir. Bu hak, kamu makamları tarafından müdahale edilmeksizin ve ulusal sınırlar dikkate alınmaksızın, görüş sahibi olma, bilgi ve düşünceleri edinme ve yayma özgürlüğünü içerir.”
Anayasamızın 26. maddesinde yer alan ifade özgürlüğü ise şu şekilde anlatılmıştır: “Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. Bu hürriyet resmî makamların müdahalesi olmaksızın haber veya fikir almak ya da vermek serbestliğini de kapsar.”
Günlerdir tartışma konusu olan; ‘ülkemizde her geçen yıl artan ifade özgürlüğü sorunu’ ve ‘yaşanan süreçleri’ irdeledik. İzmir Barosu İnsan Hakları Merkezi’nden Sorumlu Yönetim Kurulu üyelerinden Avukat Erdem Oktar ve Siyaset Tarihi uzmanlarından Prof. Dr. Engin Berber ile ülkemizde ifade özgürlüğünü, ifade özgürlüğü kavramının sınırlarını, ifade özgürlüğü ve kamu düzenine etkilerini, Türkiye’nin son yıllarda ifade özgürlüğü karnesini, ifade özgürlüğü konusunda mevcut yasal düzenlemelerin yeterli olup olmadığını detaylıca, geniş bir perspektiften değerlendirdik.
İlk olarak ifade özgürlüğünü tanımlamak ile başlayalım. Av. Erdem Oktar, ifade özgürlüğünün sosyal, ekonomik, sınıfsal, siyasi şartlara göre değişiklik gösteren bir kavram olduğuna dikkat çekti. Uluslararası hukuka göre ifade özgürlüğünün insanların şiddet, nefret içermeyen veya başkalarının haklarına saldırı yönünde olmayan görüşlerini sınır olmaksızın dile getirebilmesi olarak özetlendiğine dikkat çeken Oktar, dolayısıyla burada bir sınırın olduğuna da vurgu yaptı.
Oktar, “Örneğin Nazilerin demokrasi ve insan haklarını ortadan kaldıracak fikirlerini demokrasi ve ifade özgürlüğünü kullanarak savunup bu temelde örgütlenmesi kabul edilebilir mi diye düşünebiliriz. Nefret, ayrımcılık, şiddet içermeyen her sözün söylenebilmesi bir şey, bu özgürlüğü kullanarak özgürlükleri ortadan kaldırılmasına cevaz vermek başka bir şeydir” değerlendirmesinde bulundu.
Gerek Ekrem İmamoğlu, gerek Cem Aydın gerekse Ümit Özdağ’ın söylemlerini ele aldığımızda ise; Oktar, üç ismin de ne söylediği sözlerde ne de yapılan paylaşımda suç teşkil eden bir söz olmadığını, ifadelerin ağır siyasi eleştiri olduğunu ve muhataplarının da buna -hukuki tabirle- katlanması gerektiği kanaatinde olduğunu ifade etti.
Gözaltı uygulamasının nasıl gerçekleştirileceği, esası ve usulünün kanunlarda belirlendiğini ifade eden Oktar, ne var ki görevleri, makamları itibariyle kaçma şüphesi olmayan, davet üzerine kolaylıkla ifade verebilecek siyasilerin evlerinden, lokantalardan apar topar gözaltına alınması, gözaltı kurumunun ruhuna aykırı olduğunu belirtti.
Gözaltı ve tutuklama ayrımının önem taşıdığını belirten Oktar, her iki uygulamanın da bir tedbir olduğunu, şartlarının da belli olduğunu ancak gözaltı ve tutuklamanın usul ve kanuna aykırı şekilde gerçekleşmesinin hem kişiyi hürriyetinden haksız yere mahrum ettiğini hem de yargıya olan güveni sarstığını dile getirdi.
Oktar, delil karartma veya kaçma şüphesi olmayan, kanunda sayılı katalog suçlar arasında sayılmayan nedenlerle insanların tutuklanmasının siyasi-sosyal nedenlerle gerçekleştiği yönündeki kanısının hiç de haksız olmadığını beyan etti.
Türkiye’nin ifade özgürlüğü konusunda uluslararası normlara göre değerlendirildiğinde hangi durumda olduğunu bir hukukçunun yorumlaması oldukça önemliydi. Oktar, bu konuyu: “Özellikle sosyal medyadaki paylaşımlar üzerinden gözaltı ve tutuklamalar, gazeteciler ve siyasiler hakkındaki soruşturma ve davalar ülke olarak ifade özgürlüğü konusunda istenilen noktada olmadığımızı gösteriyor” şeklinde yorumladı.
‘Sosyal medyayı ifade özgürlüğünü genişleten bir alan olarak mı yoksa kontrolü zorlaştıran bir alan olarak mı görmek gerekiyor’ sorusu da kuşkusuz son yıllarda üzerinde en çok konuşulan konulardan bir tanesi. Oktar, sosyal medyanın eskiden gazete ile bir gün sonra edindiğimiz veya televizyonda-radyoda haber bültenini beklemek zorunda olduğumuz bilgi veya yorumu anlık karşımıza çıkarması açısından çok büyük bir gelişim olduğunu söyleyerek, bu olumlu yanına rağmen dezenformasyon ve manipülasyon gibi dezavantajları olsa da uluslararası temel ilkeler kapsamında ifade özgürlüğünün sosyal medya da dahil hiçbir alanda kısıtlanmaması gerektiğini iletti.
İfade özgürlüğü konusunda mevcut yasal düzenlemelerin yeterli ve adil olup olmadığı konusunda değerlendirmelerini sunan Oktar, bir hak ve özgürlüğün kağıt üzerinde yazılı olmasının, uygulamada karşılık bulmadığı takdirde bir anlam ifade etmeyeceğini bildirdi. Oktar ayrıca, katalog suç kavramına girmeyen, cezasının alt-üst sınırı itibariyle kişinin mahkum olması halinde bile cezaevine girmeyeceğinin açık olduğu şartlarda verilen tutuklama kararları gibi uygulamaların hem mevzuatın hem de pratiğin değişikliğe ihtiyacı olduğunu gösterdiğine vurgu yaptı.
İfade özgürlüğü kavramının en çok siyasi arenada tartışılması ve sorun yaratması, kamu görevlileri ve siyasiler söz konusu olduğunda ifade özgürlüğü kavramının sınırının daha geniş mi olmalı ya da sınırlandırılmalı mı düşüncesini akıllara getiriyor. Oktar bu durumu da: “Gerek uluslararası hukuk gerekse yerelde temel prensip özellikle siyasilerin en ağır siyasi eleştirilere dahi katlanması gerektiğidir. Dolayısıyla insanlar idarecileri, siyasileri ifade özgürlüğü sınırları içerisinde serbestçe eleştirebilmelidir. Bunun sınırlarının ülkemizde epey dar olması demokratik bir toplum idealine sekte vurmaktadır” şeklinde yorumladı.
Av. Oktar, son olarak ifade özgürlüğünün kısıtlanması konusunda toplumsal ve hukuki alanda atılması gereken adımları anlattı. Burada en önemli adımın, yargının siyasallaşmasının önüne geçilmesi olduğuna dikkat çeken ve İzmir Barosu’nun birçok açıklamasında dile getirdiği gibi yargının hangi siyasi görüşe karşı olursa olsun bir ‘sopa’ olarak kullanılmaması gerektiğini sözlerine ekleyen Oktar, “Bu da toplumsal/demokratik muhalefet ve mücadeleyle gerçekleşebilir. Hem yasal değişiklikler için meclis çalışması hem de toplumsal demokrasi ve özgürlük taleplerinin en yoğun, birleşik ve barışçıl yöntemlerle dile getirilmesi gerekmektedir” ifadelerini kullandı.
Konunun bir başka boyutu ise ifade özgürlüğünün kısıtlanması durumunda siyasi söylem geliştirme, basına uygulanan karartma eylemi ve topluma mal olmuş siyasilerin ifade özgürlüğünün kısıtlanmasının topluma olan etkileri. Prof.Dr. Engin Berber, bu konularda yaptığı değerlendirmelerin başında yaşanan süreçleri talihsiz bir durum olarak yorumladı.
İfade özgürlüğünün sınırları olan, anayasa tarafından güvence altına alınan bir hak olduğunu ifade eden Prof.Dr. Berber, Türkiye’de yargı ile ilgili soru işaretlerinin arttığını, yargının olması gerektiği gibi işlemediği, siyasi iktidarın sopası olarak kullanıldığı ile ilgili kaygıların giderek arttığını dile getirdi. Berber, “Burada da iktidarın yargı sopasını kullanarak muhalifer unsurları sindirmeye çalıştığını düşünüyorum” dedi.
Zafer Partisi Genel Başkanı’nın tutuklanmasını değerlendiren Berber, gözaltı biçiminin hukukun gereklerine aykırı olduğunu ifade etti. Soruşturmanın kendisinin bir türlü cezalandırmaya dönüştüğünü belirten Berber, “Cumhurbaşkanı’na bir hakaret varsa bu hukuka uygun şekilde soruşturulur ve gereği yapılır. Ama hukuku atlayıp, teammüllere aykırı işlem tesis edip, ondan sonra da soruşturmanın akıbetini basına, kamuoyuna kapatmak akıl alan şeyler değil. Burada bahsetmek istediğim şey; hukuk uygulanacaksa yazıldığı şekilde uygulanmalı. Hukukun kendisi bir cezalandırma yöntemi olarak uygulanmamalı” ifadelerini kullandı.
Prof.Dr. Berber, yaşanan gelişmelerin ardından muhalefetin tavrını ve basının durumunu değerlendirdi. Medya kanalının sürekli olarak karartıldığına dikkat çeken Berber, iktidar yanlısı medyanın, iktidara dokunabilecek söylemlerin sahiplerini haklılık ve doğruluğunu dikkate almaksızın hedef gösterdiği, söylemlerini kararttığını ve bunun yapıldığı ülkelerde ciddi manipülasyonlar olacağını söyledi.
Muhalefetin, iktidarın yarattığı baskı ortamı ve yaklaşımının da eleştiriyi hak ettiğini dile getiren Berber, muhalefetin yaşanan tüm süreçlerde ortaya çıkardığı tek tepkinin kırmızı kart olmasının isyan edilecek bir şey olduğunu bildirerek, “Muhalefetin, muhalefet yapmak ve ülkenin gerçek gündemini yurttaşla buluşturmak noktasında bulduğu çözümler gerçekçi değil” dedi.
Siyasi söylemlerin kısıtlanmasının toplumsal kutuplaşmayı arttıracağına vurgu yapan Prof.Dr. Berber, teorik olarak adalet önünde eşitliğin var olmayan bir şey olduğunu, hukukun tamamen devreden çıkartılıp bu tip siyasi kararlar alınca vatandaşın devlete olan güveninin azaldığını vurguladı. Berber sözlerini şu şekilde tamamladı: “Eğer yurttaş devletin adalet dağıtmadığını görürse; yurttaş kendi adaletini kendi dağıtmaya kalkışıyor. Buna da orman kanunu deniyor.”